9 Şubat 2014 Pazar

BİR GARİP KARİYER HİKAYESİ BÖLÜM 2 : İDEALLER VE GERÇEKLER :)

Üniversiteye ve tabi Ankara’ya gelişimi biliyorsunuz (yazı için tıktık). Tahmin edersiniz ki, ben ikinci sene yatay geçişle İstanbul’daki bir üniversiteye gitmeyi planlayarak geldim. Ama enteresandır ki Angara’nın İstanbul’dan sonra tabir-i caizse “köy” havası bana bir iyi geldi. Tabi öyle yurtta kalmak falan yok, babam bırakır mı beni, tövbe! Özel öğrenci evlerine de para yetiştirmek namümkün. Halamın yanında kaldım, neyse ki babam elini çabuk tuttu da, borç harç ile ev alıp, Angara’ya geldiler, insanın kendi evi gibi var mı J

Üniversite hayatımda pek bir sıradandı benim aslında. Hem bölümün kampüste tecrit eder gibi uzakta konumlandırılmış olması, hem benim biraz asosyalliğim ve “inek öğrenci” hallerim, anlatacak bir dünya mevzu çıkar elbet ama sıradandı işte. Başkalarının üniversite maceralarını dinliyorum da, ohoooo ;)

Şansımın ne kadar yüksek olduğunun emarelerinden bir diğeri de 2001 yılında mezun oluşum... Kriz dönemi...
Yazımı okuyan hocalarım varsa, kızmasınlar ama biz öyle bir mezun olduk ki, sanki bana kapıya dizildi işletmeler, bizi bekliyor işe almak için! Şimdi Allah var, Gıda Mühendisliği eğitiminde Hacettepe Üniversitesi o dönemde en iyiydi... De sanayi başka, eğitim başka... Öyle bir gaz var ki üstümde, önce dünya devi firmalara kapak yazılarımı yazarak özgeçmişlerimi yolladım, tık yok! Sonra kariyer sitelerindeki açık ilanlar (bu arada bende o dönem bilgisayar falan yok, internet cafedeyim haftanın bir günü)... Sonra pazar günleri binbir heyecanla gazetelerin kariyer ekleri... Bir süre sonra da gazetelerin seri ilanları :D Seri ilanlardan çağıranlar oldu şimdi, Allah var... Ama gidiyorum, o sertifikan yok, iş tecrüben yok, o yok, bu yok...

Yine bir “seri ilan” takibi sonucu iş görüşmesine gidiyorum, artık sıfatım neye benziyorsa, babam tam kapıdan çıkarken “o omuzlarını düşürme, dik tut, özgüvenini kaybetme, iş biraz da nasiptir. Senin yetersizliğin değil mesele, kriz var ve daha nasibine denk gelmedin” dedi. Moralli bir şekilde Gimat’ın arada derede bir yerine, bir baklavacıya gittim, içeri girerken paçalarımı havaya kaldırmak durumunda kaldım, öyle beter bir yer, bir de tek takım elbisem var, onu alabilmiş babam, ziyan olacak endişesi! Form doldurdum ve aldılar beni patronun odasına...  Adam, özgeçmişimi inceledi ve “çok güzel bir özgeçmiş ama burası boş” dedi, yerimden kalkıp, bakmaya çalıştım acaba nereyi doldurmayı unuttum diye! Neyse ki adam döküldü ”tecrüben yok senin”!!! Vallaha mı!!?? Sanırım babamın söylediklerinin de etkisiyle, yani burası da nasip değil güdüsüyle, adama “ya beyfendi ben telefonda söyledim zaten tecrübesiz olduğumu, ilanınızda da böyle bir kriter yok, ayrıca siz almazsınız, öbürü almazsa işe, ben tecrübeyi nereden edineceğim” diye kibarca höykürüp, adamın elindeki formu da alıp, paçaları yine toplayıp, ortamı terkettim!

Fakat çıldıracağım, ben çalışmak için okudum, mesleğimi çok seviyorum, staj döneminde “işte bu!” dedim... Herşeyi bırak, gocunuyorum, komplekse girdim, psikolojim nasıl bozulmuşsa artık “nasılsın?” diye sorana saldırıyorum... 1 sene geçti mezuniyetin üstüne ve ben resmen elinde diploması, fellik fellik iş arayan, en nihayetinde bir ev kızıyım! İdealler ve gerçekler ile yüzleşme vaktiydi... Gıda Mühendisliği yapmak haramdı...

Bir arkadaşımın gazıyla “bir yerden başlamak gerek” deyip, “tıbbi mümessil” ilanına başvurdum (aranan niteliklerin arasında gıda mühendisliği geçiyordu, artık ne alakaysa). Çağırdılar da... Hem de İstanbul’da bir otelde elemeleri geçmen halinde toplamda 3 gün sürecek bir mülakata. Tek takım elbise ama 3 gömlek, ona uygun anneden desteklenmiş fularlar ve ilk topuklu ayakkabı ile doldurulmuş bir çantam yanımda, bindim otobüse... Otobüs boyunca düşündüğüm tek şey “yol parasını karşılayacağız dediler, inşallah bir yamuk olmaz” idi, çünkü babişkom kızına kıyamadığından o zamanın lüks otobüs firması ile gönderdi  ve biliyordum ki, o dönem her ekstra masraf bütçeyi geriyordu J

Şansıma oda arkadaşım çok tatlı bir kızdı, Sultan... Ben gibi derdi “iş hayatına atılmak” olup, iş bulamadığından “bari mümessillikten başlayayım” mecburiyetinde kalmıştı. Bakın, ben gerçekten o dönem şimdiki gibi değildim... Utangaç bir tiptim. Sultan da öyleydi. Neredeyse elele tutuşup ineceğiz aşağıya, o derece pısmış vaziyetteyiz. İlk akşam, yemek için restaurant bölümüne uzun uzun bir sürü masa ayarlamışlar, birine iliştik. Nasıl acıkmışım, o an farkettim. Gelen çorbayı gördüm ve kaşığı elime aldım, daha garsonun elindeyken başlayacağım yemeğe. Sonra çaprazımda oturan abinin sesini duydum “arkadaşlar, tadına bakmadan tuz atmayın, kıtlıktan çıkmış gibi yemek yemeyin, yüzünüzde hep bir gülümseme olsun, dost canlısı olun, sohbet edin, tabağınızda bir miktar bırakın, sünnetlemeyin” talimatları yağdırıyordu. Mülakat yerine zerafet kursuna mı geldik diye düşünürken ben, abi tamamladı sözünü, “çaktırmadan bakın asma kata, bizi izliyorlar, bu söylediklerim eleme kriteri”!!! Abiyi tanımlayım; 40-45 yaşlarında, halihazırda işsiz ama 20 yıllık mümessildi ve bu tip elemelerin kurdu olmuştu! Kafayı kaldırmadan gözlerimle asma kat kontrolü yaptığımda da takım elbiseli, kelli felli adamlar gerçekten bizi dikizliyordu. Tahmin edin ne oldu? Aç kaldım!!! Bütün gece de karnımın gurultusundan ne uyudum, ne de Sultan’ı uyuttum.

Ertesi gün giydim takım elbisemi, saçlarım da kısacık o zamanlar, jöleledim bir güzel, hafif de bir makyaj, annemin tembihlediği şekilde fular da bağlandı, odadan çıkıyoruz. Cicilerimi yani topuklu ayakkabıları giydim ve tabi ki yürüyemedim! Kaç yaşındayım, bu olayın üstünden kaç sene geçmiş, annemin tavsiyelerini dinlemediğimde hala başım belaya girer. O zaman da annem ayakkabıları aldığımız gün demişti “ayakkabılarını giy de evin içinde dolaş, alışkın değilsin, sıkıntı yaşarsın”. Allahım, lobiden geçip, mülakat salonuna gidene kadar düşmemek için dua ettim ama yüzümde bir gülümseme  var (kendimden emin görünmem gerek ya hani), benim topukların sesinden koca otel inliyor, herkes dönüp bu gürültü de nesi diye bakıyor, bizim akşamki abi yanımda bitti ve “aferin Esra, işte böyle olmalısın” dedi :D

400 kişilik grubun üçte biri kaşımıza gözümüze, yemek adabımıza, gülüşümüze bakarak elendikten sonra, ikinci gün grup mülakatları. Bu arada sürekli maymun gibi izlendiğimizden, ben açım, bisküviyle odada karın doyurur vaziyetteyim. Bir akıllı da “odaya da dinleme cihazı koymuşlar, kendileri hakkında ne konuşuyoruz dinliyorlar” dediği ve ben safı buna inandığım için, biz Sultan ile ya sessiz sessiz yada işaret diliyle konuşuyoruz, arada da “ya ne kadar düzgün bir firma, inşallah bizi seçerler, çok istekliyim” diye bağırarak konuşuyoruz J Yani açlık dışında, bir de gerginlik... Ama grup mülakatlarında ne yapılması gerektiğini biliyorum! İnteraktif olacağım, girişken, kendinden emin vs... Bunu kendime tekrar ederek kendi adımın yazılı olduğu mülakat salonuna girdim. Tabi yürümemde hiçbir gelişme yok, bir de topukluya alışkın olmayan ayaklarım birgün önceden yara bere içinde kaldığından, iyice eziyet çekiyorum düşmemek için, yan otellere varıyor artık topuk sesim! İçeri girmek ve girmemek arasında kaldım, sanki birisi yaş ortalaması 35 olsun demiş, sonra da dur azıcık düşürelim bir 22’lik atalım araya demiş gibi...İçerdeki herkesin milyon tane iş tecrübesi ve haliyle mülakat tecrübesi var!

Ve konumuz verildi, bir vaka çalışması, karşıt iki görüş tartışılacak... O yemekte ve lobideki eziklikten eser yok üstümde, söyleyecek şeylerim var, sesim titrer belki ama konuşmak azmindeyim... Tam söze gireceğim, pat biri benden önce atlıyor, tam O’nun dediğine cevap vereceğim, öbür taraftaki benden önce davranıyor... Derken, ses bile çıkaramadım. Hele bir kadın var, yahu bir sus! Geveze benim, kaptırmam sana! Ne çok konuştu ama ya! İnsan kaynakları müdürü de artık tekli mülakat kıvamında neredeyse sadece ablayla konuşuyor. Koca 1 saat gıkım çıkamadı. Müdür “şimdi iki gönüllü arkadaş istiyoruz. Biri bir fikri, diğeri de karşıt fikri savunup, bu konuşulanları derleyerek sunum yapacaklar” dedi. İç sesim “hadi Esra, bu son şansın, ya Allah” dedi ve ben kafamı not aldığım kağıttan kaldırmadan elimi kaldırdım, sonra kafamı kaldırdığımda tek gönüllünün ben olduğumu farkettim ve iç sesim “sanırım bu konuşmadan sonra gönüllüyü kesip, şirketin refahı için kurban ediyorlar ki bunca çenesi düşük elini kaldırmamış” dedi! Ama çok geçti artık. O düzgün görünümlü adamı bir an şeytana dönmüş olarak gördüm ve bana “Esra hanım buyrun tahtaya, kalemi de buyrun, sizi dinliyoruz” dedi. 

Pardon da, benim topluluk önüne çıkma olayım en son lisedeki bayram kutlamaları ile sınırlı!!! Zaten yürüyemiyorum, elimi kolumu nereye koyacağım bilmiyorum, ellerim titriyor, konuşmayı başarsam bile, yazmak ne mümkün??!! Babamın sesi kulaklarımda masanın ucuna doğru yürüdüm “iş nasiptir, sen elinden geleni yap ama omuzlar düşmeyecek, mutlaka özgüvenli ol” ve kendimi analiz etmeden, ne yaptığımı takip etmemeye çalışarak sunum yaptım. Kendime yönelsem, o acayip hal ve hareketlerle orada oturup “annemi istiyorum” diye ağlarım çünkü, biliyorum. Geri yerime oturdum, uyuşmuş gibiydim. Bir başkasını da kendi seçti müdür, ama benim kulaklarımda “vızzzzz” diye bir ses, dinleyemedim. İki saat sonra sonuçlar kapılara asıldı, seçilmiştim!!! Daha da enteresanı o herşeye konuşan, atılgan abla seçilmemişti. Ve ben galiba o ablanın seçilmeyişinden ötürü daha çok mutlu olmuştum. Ego diyebilirsiniz, hırs da... Haklı da olabilirsiniz... Ama benim o günkü hissiyatım “gariban olan kazandı” idi :D

Son bir eleme kaldı, otelde de 50 kişi falanız... Sultan, ikinci elemeyi geçemedi ve biz ilkokul çocukları gibi ağlaya ağlaya ayrıldık... Son eleme, “tekli mülakat” denildi. Yalan!!! Mülakatta “tek” olan bendim, firmadan tam 4 tane müdür vardı! Kuzu gibi oturdum karşılarına, ilk soru “birşey içmek ister misiniz?”, kariyer sitelerindeki tüyolarda hep yazar (1 sene boyunca iş aramış biri olarak bu sitelerdeki bütün makaleleri ezbere biliyordum), içmek için birşey istemeyin, stresten dökebilirsiniz, ne zaman içeceğinizi belirleyemeyip, mülakat sürekliliğini bozabilirsiniz diye... “Hayır, teşekkür ederim” dedim, demez olaydım. 45 dakika sürdü mülakat, aslında mülakat da değildi o, filmlerdeki “katil zanlısı sorgusu”ydu, birinin sorusuna verdiğim cevabın yüklemiyle birlikte, diğeri soruyu yapıştırıyordu! Çıktığımda çöle düşmüş Mecnun gibi dolanıyordum ortada ama hala topuklardan güm güm sesleri...Garsonu yakalayıp, “suuu” diye inledim :D

Bir hafta sonra aradılar, Ankara’da görüşmek ve iş teklif etmek istiyoruz diye... Ben doğru internet kafeye, nedir bu mümessil işi diye araştırmaya. Eve geri döndüğümde “baba kapıdan kovuyorlarmış, tersliyorlarmış, rakipler sataşıyormuş, bazıları 20 yaşında mümessil başlamış, hiç kademe atlamamış, 50 yaşında hala mümessilmiş. Ürün müdürü falan girersen neyse de... Bölge müdürüne yalakalık yapmazsan hele hiç şansın yokmuş, kovuyorlarmış 6 ay sonra, ben bu işi hayatta yapamam, beceremem” olarak durumu özetledim... Napayım, o gün o bilgiler vardı internette. Hatta daha beter şeyler de yazıyorlardı. Ehhh kısmen de doğru hani... Babam da "içine nasıl sinecekse karar ver. İşin için harcayacağın vakit bir günün 8-10 saati, 6-8 saati zaten uyku, memnun olmayacağın bir işte çalışırsan, başarılı olamazsın, başta kendine, sonra da ekmek yediğin yere ihanet etmiş olursun. Senden ekmek isteyen yok, acele etme, en doğru karar senin doğru bulduğun karardır" dedi. Babam da böyle konuşunca 3 ila 5 gün arası düşündürür beni, yaş daha gençken "gaza geliyordum" ama sonraları muhteşem kılavuzlar haline geldi bu konuşmalar ;)

Firmanın yetkilisiyle biraraya geldiğimizde aslında çok onore olduğum bir durumla karşılaştım, dedi ki “biz normalde bu mülakatlar sonucunda alacağımız arkadaşları başka bir firma üzerinden bordroluyoruz. Ancak mülakat süresince göstermiş olduğunuz performans (topuk sesi kriter galiba) neticesinde sizi kendi bünyemize dahil etmeye karar verdik. Maaşınız ....., arabanız ..... olacak, sorumlu olduğunuz bölgeler ...”. Benden cevap (sıkı durun) “ben mümessillik yapmak istemiyorum, ürün müdürü olma şansım var mı?” :D Karşımdaki kadının yerinde olmak istemezdim, yüzünü çok net hatırlıyorum da, “tövbe, bu da nesi?” olmuştu. Ama çok zarif bir şekilde eğitimim ve halihazırdaki yeteneklerim ile ve şirketin bana vereceği ekstra eğitimler ve tecrübeler ile bunun mümkün olabileceğini ve şirket politikasının çalışanlarının kariyer yönetimi olduğunu söyledi. Bir sonraki tepkim (sıkı durmaya devam) “kaç ay içinde olurum?” :D Velhasıl, “ben kabul edemeyeceğim” deyip, çıktım. Zannımca o saatten sonra onların da hevesi kaçmıştır. Firma ismi telaffuz etmeyim ama sağlık sektörünün en iddialı, çalışanlarına çok kıymet veren, gerçekten kariyer yönetimi planlayan bir Amerikan firması olduğunu sonradan öğrendim... 

Anlattıkça bilmem siz ne düşüneceksiniz, beni “bugünkü ben” yapan aslında daha sonrasında girdiğim şirketteki hocam (aslında patronum) ve yaşadığım tecrübeler... De acaba o gün, o firmaya “evet” demiş olsaydım, ne olurdu diye hala düşünürüm... Boş belki bunu düşünmek ama kendimi alıkoyamıyorum... Sonrasında kendimi yine yarı-ilaç sektöründe “ürün müdürü” kartviziti ama tıbbi mümessil görev tanımı, hem de Ankara bölge değil, tüm Türkiye sorumluluğu, o gün teklif edilen maaşın yarısı, arabasız çalışırken buldum ;) 

O da 3. Bölüm olsuuuuun...

   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder