Üniversiteye ve tabi Ankara’ya gelişimi biliyorsunuz (yazı için tıktık). Tahmin edersiniz ki, ben ikinci sene yatay geçişle İstanbul’daki
bir üniversiteye gitmeyi planlayarak geldim. Ama enteresandır ki Angara’nın
İstanbul’dan sonra tabir-i caizse “köy” havası bana bir iyi geldi. Tabi öyle
yurtta kalmak falan yok, babam bırakır mı beni, tövbe! Özel öğrenci evlerine de para yetiştirmek
namümkün. Halamın yanında kaldım, neyse ki babam elini çabuk tuttu
da, borç harç ile ev alıp, Angara’ya geldiler, insanın kendi evi gibi var mı J
Üniversite hayatımda pek bir sıradandı benim aslında. Hem
bölümün kampüste tecrit eder gibi uzakta konumlandırılmış olması, hem benim
biraz asosyalliğim ve “inek öğrenci” hallerim, anlatacak bir dünya mevzu çıkar
elbet ama sıradandı işte. Başkalarının üniversite maceralarını dinliyorum da,
ohoooo ;)
Şansımın ne kadar yüksek olduğunun emarelerinden bir diğeri
de 2001 yılında mezun oluşum... Kriz dönemi...
Yazımı okuyan hocalarım
varsa, kızmasınlar ama biz öyle bir mezun olduk ki, sanki bana kapıya dizildi
işletmeler, bizi bekliyor işe almak için! Şimdi Allah var, Gıda Mühendisliği
eğitiminde Hacettepe Üniversitesi o dönemde en iyiydi... De sanayi başka,
eğitim başka... Öyle bir gaz var ki üstümde, önce dünya devi firmalara kapak
yazılarımı yazarak özgeçmişlerimi yolladım, tık yok! Sonra kariyer
sitelerindeki açık ilanlar (bu arada bende o dönem bilgisayar falan yok,
internet cafedeyim haftanın bir günü)... Sonra pazar günleri binbir heyecanla
gazetelerin kariyer ekleri... Bir süre sonra da gazetelerin seri ilanları :D
Seri ilanlardan çağıranlar oldu şimdi, Allah var... Ama gidiyorum, o sertifikan
yok, iş tecrüben yok, o yok, bu yok...
Yine bir “seri ilan” takibi sonucu iş görüşmesine gidiyorum,
artık sıfatım neye benziyorsa, babam tam kapıdan çıkarken “o omuzlarını düşürme,
dik tut, özgüvenini kaybetme, iş biraz da nasiptir. Senin yetersizliğin değil
mesele, kriz var ve daha nasibine denk gelmedin” dedi. Moralli bir şekilde
Gimat’ın arada derede bir yerine, bir baklavacıya gittim, içeri girerken
paçalarımı havaya kaldırmak durumunda kaldım, öyle beter bir yer, bir de tek
takım elbisem var, onu alabilmiş babam, ziyan olacak endişesi! Form doldurdum
ve aldılar beni patronun odasına... Adam,
özgeçmişimi inceledi ve “çok güzel bir özgeçmiş ama burası boş” dedi, yerimden
kalkıp, bakmaya çalıştım acaba nereyi doldurmayı unuttum diye! Neyse ki adam
döküldü ”tecrüben yok senin”!!! Vallaha mı!!?? Sanırım babamın söylediklerinin
de etkisiyle, yani burası da nasip değil güdüsüyle, adama “ya beyfendi ben
telefonda söyledim zaten tecrübesiz olduğumu, ilanınızda da böyle bir kriter
yok, ayrıca siz almazsınız, öbürü almazsa işe, ben tecrübeyi nereden
edineceğim” diye kibarca höykürüp, adamın elindeki formu da alıp, paçaları yine
toplayıp, ortamı terkettim!
Fakat çıldıracağım, ben çalışmak için okudum, mesleğimi çok
seviyorum, staj döneminde “işte bu!” dedim... Herşeyi bırak, gocunuyorum,
komplekse girdim, psikolojim nasıl bozulmuşsa artık “nasılsın?” diye sorana saldırıyorum... 1 sene geçti
mezuniyetin üstüne ve ben resmen elinde diploması, fellik fellik iş arayan, en nihayetinde bir ev kızıyım! İdealler ve gerçekler ile yüzleşme vaktiydi... Gıda
Mühendisliği yapmak haramdı...
Bir arkadaşımın
gazıyla “bir yerden başlamak gerek” deyip, “tıbbi mümessil” ilanına başvurdum (aranan niteliklerin arasında gıda mühendisliği geçiyordu, artık ne alakaysa).
Çağırdılar da... Hem de İstanbul’da bir otelde elemeleri geçmen halinde toplamda
3 gün sürecek bir mülakata. Tek takım elbise ama 3 gömlek, ona uygun anneden
desteklenmiş fularlar ve ilk topuklu ayakkabı ile doldurulmuş bir çantam yanımda,
bindim otobüse... Otobüs boyunca düşündüğüm tek şey “yol parasını
karşılayacağız dediler, inşallah bir yamuk olmaz” idi, çünkü babişkom kızına
kıyamadığından o zamanın lüks otobüs firması ile gönderdi ve biliyordum ki, o dönem her ekstra masraf
bütçeyi geriyordu J
Şansıma oda arkadaşım çok tatlı bir kızdı, Sultan... Ben
gibi derdi “iş hayatına atılmak” olup, iş bulamadığından “bari mümessillikten
başlayayım” mecburiyetinde kalmıştı. Bakın, ben gerçekten o dönem şimdiki gibi
değildim... Utangaç bir tiptim. Sultan da öyleydi. Neredeyse elele tutuşup
ineceğiz aşağıya, o derece pısmış vaziyetteyiz. İlk akşam, yemek için
restaurant bölümüne uzun uzun bir sürü masa ayarlamışlar, birine iliştik. Nasıl
acıkmışım, o an farkettim. Gelen çorbayı gördüm ve kaşığı elime aldım, daha
garsonun elindeyken başlayacağım yemeğe. Sonra çaprazımda oturan abinin sesini
duydum “arkadaşlar, tadına bakmadan tuz atmayın, kıtlıktan çıkmış gibi yemek
yemeyin, yüzünüzde hep bir gülümseme olsun, dost canlısı olun, sohbet edin,
tabağınızda bir miktar bırakın, sünnetlemeyin” talimatları yağdırıyordu.
Mülakat yerine zerafet kursuna mı geldik diye düşünürken ben, abi tamamladı
sözünü, “çaktırmadan bakın asma kata, bizi izliyorlar, bu söylediklerim eleme
kriteri”!!! Abiyi tanımlayım; 40-45 yaşlarında, halihazırda işsiz ama 20 yıllık
mümessildi ve bu tip elemelerin kurdu olmuştu! Kafayı kaldırmadan gözlerimle
asma kat kontrolü yaptığımda da takım elbiseli, kelli felli adamlar gerçekten
bizi dikizliyordu. Tahmin edin ne oldu? Aç kaldım!!! Bütün gece de karnımın
gurultusundan ne uyudum, ne de Sultan’ı uyuttum.
Ertesi gün giydim takım elbisemi, saçlarım da kısacık o
zamanlar, jöleledim bir güzel, hafif de bir makyaj, annemin tembihlediği
şekilde fular da bağlandı, odadan çıkıyoruz. Cicilerimi yani topuklu
ayakkabıları giydim ve tabi ki yürüyemedim! Kaç yaşındayım, bu olayın üstünden
kaç sene geçmiş, annemin tavsiyelerini dinlemediğimde hala başım belaya girer.
O zaman da annem ayakkabıları aldığımız gün demişti “ayakkabılarını giy de evin
içinde dolaş, alışkın değilsin, sıkıntı yaşarsın”. Allahım, lobiden geçip,
mülakat salonuna gidene kadar düşmemek için dua ettim ama yüzümde bir gülümseme
var (kendimden emin görünmem gerek ya
hani), benim topukların sesinden koca otel inliyor, herkes dönüp bu gürültü de
nesi diye bakıyor, bizim akşamki abi yanımda bitti ve “aferin Esra, işte böyle
olmalısın” dedi :D
400 kişilik grubun üçte biri kaşımıza gözümüze, yemek
adabımıza, gülüşümüze bakarak elendikten sonra, ikinci gün grup mülakatları. Bu
arada sürekli maymun gibi izlendiğimizden, ben açım, bisküviyle odada karın doyurur
vaziyetteyim. Bir akıllı da “odaya da dinleme cihazı koymuşlar, kendileri
hakkında ne konuşuyoruz dinliyorlar” dediği ve ben safı buna inandığım için,
biz Sultan ile ya sessiz sessiz yada işaret diliyle konuşuyoruz, arada da “ya
ne kadar düzgün bir firma, inşallah bizi seçerler, çok istekliyim” diye bağırarak
konuşuyoruz J Yani
açlık dışında, bir de gerginlik... Ama grup mülakatlarında ne yapılması
gerektiğini biliyorum! İnteraktif olacağım, girişken, kendinden emin vs... Bunu
kendime tekrar ederek kendi adımın yazılı olduğu mülakat salonuna girdim. Tabi
yürümemde hiçbir gelişme yok, bir de topukluya alışkın olmayan ayaklarım birgün
önceden yara bere içinde kaldığından, iyice eziyet çekiyorum düşmemek için, yan
otellere varıyor artık topuk sesim! İçeri girmek ve girmemek arasında kaldım,
sanki birisi yaş ortalaması 35 olsun demiş, sonra da dur azıcık düşürelim bir
22’lik atalım araya demiş gibi...İçerdeki herkesin milyon tane iş tecrübesi ve haliyle
mülakat tecrübesi var!
Ve konumuz verildi, bir vaka çalışması, karşıt iki görüş
tartışılacak... O yemekte ve lobideki eziklikten eser yok üstümde, söyleyecek
şeylerim var, sesim titrer belki ama konuşmak azmindeyim... Tam söze gireceğim,
pat biri benden önce atlıyor, tam O’nun dediğine cevap vereceğim, öbür
taraftaki benden önce davranıyor... Derken, ses bile çıkaramadım. Hele bir
kadın var, yahu bir sus! Geveze benim, kaptırmam sana! Ne çok konuştu ama ya!
İnsan kaynakları müdürü de artık tekli mülakat kıvamında neredeyse sadece ablayla
konuşuyor. Koca 1 saat gıkım çıkamadı. Müdür “şimdi iki
gönüllü arkadaş istiyoruz. Biri bir fikri, diğeri de karşıt fikri savunup, bu
konuşulanları derleyerek sunum yapacaklar” dedi. İç sesim “hadi Esra, bu son
şansın, ya Allah” dedi ve ben kafamı not aldığım kağıttan kaldırmadan elimi
kaldırdım, sonra kafamı kaldırdığımda tek gönüllünün ben olduğumu farkettim ve
iç sesim “sanırım bu konuşmadan sonra gönüllüyü kesip, şirketin refahı için
kurban ediyorlar ki bunca çenesi düşük elini kaldırmamış” dedi! Ama çok geçti
artık. O düzgün görünümlü adamı bir an şeytana dönmüş olarak gördüm ve bana
“Esra hanım buyrun tahtaya, kalemi de buyrun, sizi dinliyoruz” dedi.
Pardon da,
benim topluluk önüne çıkma olayım en son lisedeki bayram kutlamaları ile
sınırlı!!! Zaten yürüyemiyorum, elimi kolumu nereye koyacağım bilmiyorum,
ellerim titriyor, konuşmayı başarsam bile, yazmak ne mümkün??!! Babamın sesi
kulaklarımda masanın ucuna doğru yürüdüm “iş nasiptir, sen elinden geleni yap
ama omuzlar düşmeyecek, mutlaka özgüvenli ol” ve kendimi analiz etmeden, ne
yaptığımı takip etmemeye çalışarak sunum yaptım. Kendime yönelsem, o acayip hal
ve hareketlerle orada oturup “annemi istiyorum” diye ağlarım çünkü, biliyorum.
Geri yerime oturdum, uyuşmuş gibiydim. Bir başkasını da kendi seçti müdür, ama
benim kulaklarımda “vızzzzz” diye bir ses, dinleyemedim. İki saat sonra
sonuçlar kapılara asıldı, seçilmiştim!!! Daha da enteresanı o herşeye konuşan,
atılgan abla seçilmemişti. Ve ben galiba o ablanın seçilmeyişinden ötürü daha
çok mutlu olmuştum. Ego diyebilirsiniz, hırs da... Haklı da olabilirsiniz...
Ama benim o günkü hissiyatım “gariban olan kazandı” idi :D
Son bir eleme kaldı, otelde de 50 kişi falanız... Sultan,
ikinci elemeyi geçemedi ve biz ilkokul çocukları gibi ağlaya ağlaya ayrıldık...
Son eleme, “tekli mülakat” denildi. Yalan!!! Mülakatta “tek” olan bendim,
firmadan tam 4 tane müdür vardı! Kuzu gibi oturdum karşılarına, ilk soru
“birşey içmek ister misiniz?”, kariyer sitelerindeki tüyolarda hep yazar (1 sene boyunca iş aramış biri olarak bu sitelerdeki bütün makaleleri ezbere biliyordum), içmek
için birşey istemeyin, stresten dökebilirsiniz, ne zaman içeceğinizi
belirleyemeyip, mülakat sürekliliğini bozabilirsiniz diye... “Hayır, teşekkür
ederim” dedim, demez olaydım. 45 dakika sürdü mülakat, aslında mülakat da
değildi o, filmlerdeki “katil zanlısı sorgusu”ydu, birinin sorusuna verdiğim
cevabın yüklemiyle birlikte, diğeri soruyu yapıştırıyordu! Çıktığımda çöle
düşmüş Mecnun gibi dolanıyordum ortada ama hala topuklardan güm güm
sesleri...Garsonu yakalayıp, “suuu” diye inledim :D
Bir hafta sonra aradılar, Ankara’da görüşmek ve iş teklif
etmek istiyoruz diye... Ben doğru internet kafeye, nedir bu mümessil işi diye
araştırmaya. Eve geri döndüğümde “baba kapıdan kovuyorlarmış, tersliyorlarmış,
rakipler sataşıyormuş, bazıları 20 yaşında mümessil başlamış, hiç kademe
atlamamış, 50 yaşında hala mümessilmiş. Ürün müdürü falan girersen neyse de...
Bölge müdürüne yalakalık yapmazsan hele hiç şansın yokmuş, kovuyorlarmış 6 ay
sonra, ben bu işi hayatta yapamam, beceremem” olarak durumu özetledim...
Napayım, o gün o bilgiler vardı internette. Hatta daha beter şeyler de
yazıyorlardı. Ehhh kısmen de doğru hani... Babam da "içine nasıl sinecekse karar ver. İşin için harcayacağın vakit bir günün 8-10 saati, 6-8 saati zaten uyku, memnun olmayacağın bir işte çalışırsan, başarılı olamazsın, başta kendine, sonra da ekmek yediğin yere ihanet etmiş olursun. Senden ekmek isteyen yok, acele etme, en doğru karar senin doğru bulduğun karardır" dedi. Babam da böyle konuşunca 3 ila 5 gün arası düşündürür beni, yaş daha gençken "gaza geliyordum" ama sonraları muhteşem kılavuzlar haline geldi bu konuşmalar ;)
Firmanın
yetkilisiyle biraraya geldiğimizde aslında çok onore olduğum bir durumla
karşılaştım, dedi ki “biz normalde bu mülakatlar sonucunda alacağımız
arkadaşları başka bir firma üzerinden bordroluyoruz. Ancak mülakat süresince
göstermiş olduğunuz performans (topuk sesi kriter galiba) neticesinde sizi kendi bünyemize dahil etmeye
karar verdik. Maaşınız ....., arabanız ..... olacak, sorumlu olduğunuz bölgeler ...”. Benden cevap (sıkı durun) “ben mümessillik yapmak istemiyorum, ürün müdürü olma
şansım var mı?” :D Karşımdaki kadının yerinde olmak istemezdim, yüzünü çok net
hatırlıyorum da, “tövbe, bu da nesi?” olmuştu. Ama çok zarif bir şekilde eğitimim
ve halihazırdaki yeteneklerim ile ve şirketin bana vereceği ekstra eğitimler ve
tecrübeler ile bunun mümkün olabileceğini ve şirket politikasının
çalışanlarının kariyer yönetimi olduğunu söyledi. Bir sonraki tepkim (sıkı durmaya devam) “kaç ay
içinde olurum?” :D Velhasıl, “ben kabul edemeyeceğim” deyip, çıktım. Zannımca o
saatten sonra onların da hevesi kaçmıştır. Firma ismi telaffuz etmeyim ama
sağlık sektörünün en iddialı, çalışanlarına çok kıymet veren, gerçekten kariyer
yönetimi planlayan bir Amerikan firması olduğunu sonradan öğrendim...
Anlattıkça
bilmem siz ne düşüneceksiniz, beni “bugünkü ben” yapan aslında daha sonrasında
girdiğim şirketteki hocam (aslında patronum) ve yaşadığım tecrübeler... De
acaba o gün, o firmaya “evet” demiş olsaydım, ne olurdu diye hala düşünürüm...
Boş belki bunu düşünmek ama kendimi alıkoyamıyorum... Sonrasında kendimi yine yarı-ilaç sektöründe “ürün müdürü”
kartviziti ama tıbbi mümessil görev tanımı, hem de Ankara bölge değil, tüm
Türkiye sorumluluğu, o gün teklif edilen maaşın yarısı, arabasız çalışırken
buldum ;)
O da 3. Bölüm olsuuuuun...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder